1-Mükemmeliyetçilik
Mükemmeliyetçilik hayatın her alanını zorlaştıran bir kişilik örüntüsü. Dil öğreniminde ise "ya tam öğrenirim ya hiç öğrenmem" veya "ya biliyorumdur ya bilmiyorumdur" gibi düşüncelere sebep olabiliyor. Ama ne yazık ki dil öğrenimi böyle bir siyah-beyaz yaklaşım için pek uygun değil. Neden değil? Çünkü dil öğrenmek bitmeyen, genellikle de hayatın tamamına yayılan bir süreç. Bir kitap okuduğunuzda örneğin, ben bu kitabı okudum, bitirdim diyebilirsiniz. Bir film izlediğinizde, aynı şekilde... Ama bir dil öğrenmek söz konusu olduğunda; bitirmeyi, tamamlamayı yansıtan ifadeler kullanmak mümkün değil. Çünkü bir dili ne teoride, ne pratikte öğrenmeyi bitiremiyoruz. Ne kadar çalışsak da yine bilmediğimiz kelimeler, daha önce görmediğimiz deyimler, ilk defa karşımıza çıkan ifade kalıpları, atasözleri, vecizler, vs. hep oluyor. Bu bakımdan dil bizi hep şaşırtıyor. Yalnızca yabancı dillerde değil, anadilimizde de durum böyle: Her gün yeni kelimeler, deyimler, atasözleri öğreniyoruz Türkçede. Ama bu bizi hiçbir zaman "ya Türkçeyi de bir türlü öğrenemiyoruz" gibi bir düşünceye götürmüyor. Gelgelelim çalıştıkları yabancı dil için böyle düşüncelere kapılan insanlar var. Yani yabancı bir dile mantıksız, anlamsız ve gerçekçi olmayan, saplantılı bir kusursuzluk anlayışıyla yaklaşıyorlar. Tabii ki böyle bir yaklaşım hiç iyi sonuçlar vermiyor. En basitinden "Filanca gazetede şöyle bir makale okudum, içinde anlamadığım şu kadar kelime çıktı, demek ki ben öğrenemiyorum." "Falanca diziyi izliyorum, söylediklerinin yarısını anlamıyorum, o kadar da çalıştım, demek ki bende dil yeteneği yok." "Instagram'da takip ettiğim hesaplar var, bizim öğrendiğimiz basit cümleler, kalıplar, kelimeler yerine şunları bunları söyleyin diyorlar, ben bunların hiçbirini bilmiyorum, demek ki biz aslında bir şey öğrenmemişiz." vs. gibi kuruntulara sebep olabiliyor mesela. Aslında öğrenme gerçekleşiyor. Tabii ki öğreniyorlar. Ama bu öğrenciler neyi öğrendiklerine değil yalnızca neyi öğrenmediklerine dikkat ettikleri için, kaydettikleri ilerlemeyi görmeleri de mümkün olmuyor. Bu nedenle kısa süre içerisinde hem yoruluyor hem de hayal kırıklığına uğruyorlar. Genellikle de mükemmeliyetçiliği bırakmak yerine dil öğrenmeyi bırakıyorlar: "Ben yapamıyorum bu işi, ben beceremiyorum, yeteneğim yok" diyorlar.
Halbuki tek kanatla uçulmaz. Elbette ilerlemek için nelerin eksik kaldığını görmek gerekir. Ancak nelerin tamamlandığını gözden kaçırmadan! Yoksa ne sabır ne de heves kalır. Bu nedenle, ilerlemek aslında bir denge meselesidir. Hem insan öğrenmek istediği sürece öğreniyordur zaten. Ama öğrenmek "sayfalardan taşan çılgın bir eğri" gibi sürekli ivmelenmek değildir. Bazı gün bir kelime öğrenirsiniz, bazı gün üç kelime öğrenirsiniz. Bazen her şeyi unutmuş gibi olursunuz, bazen de her kelimeyi hatırlarsınız, siz de şaşırırsınız. Tabii ki bazı insanlar daha hızlı, bazıları daha yavaş öğrenecek. Tabii ki kimisi asgari seviyede öğrenecek, kimisi daha yukarılara tırmanacak. Bütün bunlar çok doğal. Anadilimizde bile böyledir bu: Konuşmayı, okumayı, yazmayı herkes aynı yaşta sökmediği gibi yetişkinlikte de herkesin konuşma becerisi aynı değildir. Böyle bir beklentiye girmek doğru da değildir zaten. Herkesin dili bir edebiyatçı gibi derinlikle ya da bir iletişimci gibi kıvraklıkla kullanmasına olanak yoktur, açıkçası buna gerek de yoktur. Hele de bir yabancı dili! Ama mükemmeliyetçi öğrenci bunu ister. Bu nedenle hiçbir ilerlemeyi beğenmez, daima kendini daha yüksek seviyedekilerle kıyaslar, bunun bir sonucu olarak sürekli yetersizlik hisseder, bu duygu da onu kısa sürede tüketen bir strese dönüşür; neticede ne aşama kaydettiğine inanır ne de dil öğrenme sürecinden keyif alır. Böyle keyifli bir uğraşı da çözülmesi gereken bir soruna, kazanılması gereken bir rekabete dönüştürür. Bu kadar yüksek bir gerginliğe uzun süre tahammül edemeyeceği için sonunda ilgisini ya da isteğini kaybeder, çalışmayı da bırakır. Ama keşke bırakıp bir kenara çekilse! Bazıları gidip bu acımasız ve eleştirel iç sesi bu defa başkalarına uygular. Onların telaffuz hatalarıyla alay ederler, gramer yanlışlarına dikkat çekerler filan.
Peki nedir bu sorunun çözümü? Bu sorunun çözümünde bence iki önemli başlık var: Bir tanesi, kağıt kalemi elimize alıp masaya oturmadan önce, dil öğrenmenin ya da dil edinmenin hiç sonu gelmeyen bir süreç olduğunu baştan kabul etmek. Şunu baştan kabul edeceğiz yani: Çalıştığımız dil hangisi olursa olsun, ister gramer kuralları bakımından dünyanın en kolay dili olsun, isterse anadilimizle çok fazla benzer ya da ortak kelime içeriyor olsun, hiç fark etmez, biz o dili hiçbir zaman kuşatamayacağız, hiçbir zaman kapsayamayacağız, hiçbir zaman o dilin bütün alanlarında ustalaşamayacağız, yetkinleşemeyeceğiz. Böyle bir şey mümkün de değil ayrıca, anadilimiz için bile mümkün değil. Ama düzenli çalıştığımız sürece o dili kullanma becerilerimiz her gün gelişecek. Bununla da mutlu olacağız ve "ilerliyoruz" diye düşüneceğiz. Öğreniyoruz işte, ne kadar güzel! Eğer bununla mutlu olamıyorsak, bizim amacımız muhtemelen bu dili öğrenmek değildir. Nedir bilmiyorum. Belki diğer insanlar karşısında erişilmez bir yükseklik kazanıp üstünlük duygusu yaşamak filandır, dil öğrenmek de bunun bir aracıdır yalnızca. Psikopatolojisine bakmak gerekir.
Dil öğrenmenin bitmeyen bir süreç olduğunu kabul ettik. Peki, çözümün ikinci aşaması nedir? Çözümün ikinci aşaması da yeterli olmamız gereken alanları belirlemek. Yani bir dili çalışmaya başlamadan önce açık, net, gerçekçi, ayakları yere basan hedefler koymak kendimize. İnsanlar bazen yeni yıla girerken kendilerine yapılacaklar listesi hazırlıyorlar, bu listede şöyle cümleler geçiyor örneğin: "Bu yıl İngilizce öğreneceğim." ya da "Bu sene İspanyolca çalışacağım." Böyle bir hedefe asla ulaşılamaz! İşin aslı bunlar birer hedef de değildir zaten. Yani: "İngilizce öğreneceğim." Tamam ama ne kadar? Hangi seviyeye kadar? "İspanyolca çalışacağım." Evet ama günde kaç saat? Haftada kaç gün? "Arapçamı ilerletmek istiyorum." Ne bakımdan? Ayrıca öğrenmenin, çalışmanın, ilerlemenin karşılığı herkes için farklı. Birisi için öğrenmek yalnızca gündelik konuşmaları kotarabilecek seviyeye gelmekken bir diğeri için sözlüğe bakmadan gazete okuyabilmek olabilir. Biri için ilerlemenin karşılığı akademik makale yazabilecek seviyeye gelmektir, bir diğeri için altyazısız dizi ya da film izleyebilmektir. Hangisi? Burada hedefi belirlemek çok önemli. Yani dil sonu olmayan bir yol, evet, ama en azından bu yolda varmamız gereken ya da geçmemiz gereken çizgiler olmalı. Bu çizgiler olmalı ki tamamen belirsizlik içinde kalmayalım.
Bu hedefleri belirlemenin başka faydaları da var. Bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi, bu gibi hedeflerin çalışma programı hazırlarken bize yol göstermesi. Biliyorsunuz, dört tane temel beceri var dil edincinde: Okuma, yazma, dinleme, konuşma. Bazen bir yabancı dili akıcı konuşabilen insanların o dilde pek iyi okuyamadığını görürüz. Bazen bazı insanlar her dinlediklerini, her duyduklarını anlar ama konuşamazlar. Bazıları ise günlük konuşmada iyidir ama yazarken çok sorun yaşarlar. Bunların hiçbiri şaşırtıcı değil aslında. Çünkü bu beceriler birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte aslında birbirinden farklı. Vücuttaki kas grupları gibi de düşünebiliriz bunları: Elbette hepsi birbirine bağlı, birini çalıştırdığımızda diğerleri de besleniyor ve hareketleniyor, evet ama aslında hepsi birbirinden farklı kas grupları. Dolayısıyla birini çalıştırdığımızda diğerleri de çalışmış olmuyor. Programı hedefimize göre belirlemek bu yüzden önemli. Çünkü böylece güçlendirmek istediğimiz kas grubuna daha fazla ağırlık verebiliriz. Örneğin akademik yazı yazmakla ilgili bir amacımız varsa, dinleme ve konuşma becerilerine ayırdığımız vakti azaltırız, okuma ve yazma çalışmalarına eğiliriz. Eğer gündelik hayatta iletişim kurmak bizim için önemliyse, bu defa dinleme ve konuşma becerileri üzerine odaklanırız, okuma ve yazmayı biraz geri çekeriz. Böylece verimi arttırmak da mümkün olur.
2-Yanlış Dili Seçmek
Günümüzde dil öğrenmeye ilgi giderek artıyor. Teknolojik ilerleme hem dil öğrenmeyi kolaylaştırdı hem de öğrendiğimiz dili kullanabilme imkânlarını arttırdı. Bundan çok değil, daha 25-30 yıl kadar öncesine kadar, çalıştıkları dilin nasıl telaffuz edildiğini duyabilmek için harıl harıl kaset arıyordu insanlar. Penfriend denilen mektup arkadaşları vardı, onlara yazar, aylarca cevap beklerlerdi. Bir de şimdi kullanılan yöntemlere bakın: Oyunla öğrenme, yapay zekâ, altyazılı diziler, yabancı hocalarla görüntülü konuşmalar... Yabancı bir arkadaşa yazıp aylarca beklemek ne demek? İki saat içinde mesaja geri dönmeyeni silip engelliyoruz artık. Sözün kısası, önümüzde her şey var. Ama bu kadar fazla imkânın olması bazı sorunlara da yol açıyor tabii. Bu seçenek çokluğunda yanlış seçim yapmak çok kolaylaşıyor örneğin. Yabancı dil öğrenimi her ne kadar zevkli de olsa, teknoloji sayesinde epeyce kolaylaşmış da olsa, hâlâ çok fazla emek, zaman, fedakârlık gerektiriyor. Bu yüzden aslında epeyce maliyetli bir uğraş. Dolayısıyla insanın eğitiminde, mesleğinde ya da özel hayatında kullanmayacağı bir dili öğrenmesi en başta mantıklı değil, çünkü dünyada bize ayrılan süre kısıtlı. Ama işin bu kısmı bizi ilgilendirmez, isteyen istediği şekilde zamanını tasarruf edebilir. Yalnızca zevk için de öğrenilebilir diller. Gelgelelim insanın kullanmayacağı bir dili öğrenmesinin orta ya da uzun vadede başarısızlıkla sonuçlanacağını da ayrıca belirtmek gerek. Neden böyle? Çünkü kullanmayacağın bir dili öğrenmek, dibi delik bir kovayı suyla doldurmak gibidir. Yani bir taraftan öğrenirsin, diğer taraftan unutursun. Çok yorucudur bu yüzden. Bir de kullanmayacaksan zaten ne yapacaksın? Yastığın altına koyup saklayamazsın da bunu. Hadi diyelim ki kültürel bir öğrenme, yani kültürel bir merakın neticesinde bu dili öğrendik. Böyle bile olsa, en azından o dilde düzenli olarak okumak gerekir. Yoksa unutmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan spora çok benzer dil öğrenmek. Nasıl ki spor "yaptım, bitti" gibi bir şey değil, sürekli yapmak gerekiyor faydasını görmek için, hayatın bir parçası haline getirmek gerekiyor hatta -çünkü iki ay ara verince bütün kazanımları kaybetmeye başlıyorsunuz- işte dil de böyle. İki ay üç ay bırakınca ne var ne yoksa silinmeye başlıyor. Bu nedenle kullanmayacağı bir dili öğrenince insan, bir kası kullanmayınca ne oluyorsa aynısı olacak, yani kısa sürede unutmaya başlayacak. Devam etmek isteyince de akıntıya karşı kürek çekiyormuş gibi yorulacak. Çünkü kullanmayacağı bir dili öğrendiği için, şimdi öğrendiği dili kullanmaya çalışıyor olacak!
Peki çözümü nedir bu sorunun? Çözüm ateş ettikten sonra nişan almak yerine, önce nişan alıp sonra ateş etmek. Yani, elbette dil öğrenelim. Ama işimize yarayacak, ihtiyaç duyduğumuz, en azından amorti edebileceğimiz dillere yönelelim. Bir dili öğrenebiliyoruz, bunun için elimizde imkân var diye o dili öğrenmemiz gerekmiyor. Bu basit gerçeği gözden kaçırmayalım.
3- Acele
Tabii ki hız çağındayız. Her işimizi tek tıkla halletmeye alıştık. Ekranı kaydırınca yeni şeyler görmek istiyoruz. Dikkat süremiz kısa. Kullanım alışkanlıklarımız değişik. Bazen bütün bir günü oldu bittiye getiriyoruz, anlamıyoruz bile. Süreç değil sonuç odaklıyız. Yetişmemiz gereken bir yer varmış gibi yaşıyoruz. Elbette bu hayat tarzı içinde beklentilerimiz de değişiyor. Her şeyin daha hızlısını arıyoruz, daha hızlısını istiyoruz. Bize ürün ve hizmet satanlar da bunu vaadediyorlar. Hemen kazan! 1 ayda zayıfla! 15 günde İngilizce öğren! 2 ayda İspanyolcanın canına oku! Bunların mümkün olduğuna inanıyoruz. Komik ama inanıyoruz. Neden? Sebebi basit aslında. Çünkü inanmak istiyoruz. Çünkü sıkıcı çalışmalara girmeden, fazla zora gelmeden, fazla vakit harmacadan elde etmek, kısacası kendimizden vermeden almak istiyoruz. Böyle bir mantıkla dil öğrenmeye başlayınca da tabii ki sonuç hüsran oluyor çünkü dil USB ile beyninize dosya atıp kurulum yapabileceğiniz bir program değil. Peki bütün bu 15 günde öğren, 1 ayda yap, 3 ayda bitir filan gibi reklamlar yalan mı? Aslında bu 1. maddede anlattıklarımızla ilgili biraz da. Yani bizim ne beklediğimize, ne istediğimize, ne hedeflediğimize bağlı. 15 günde öğrenilecek kadar İspanyolca istiyorsanız bunu vaat eden insana gitmenizde bir sakınca yok bence. Yani 15 günde öğren, tamam. Ama ne kadar öğren? Örneğin gündelik selamlaşmaları, hal hatır sormayı, alışveriş yapmayı filan öğrenmekse, evet,15 günde sıkı bir çalışmayla bunların hepsi çözülebilir. "Yurt dışına çıktığımda işimi görebilmek istiyorum." diyenler olacaktır. Yine muhtemel senaryolar üzerine yoğunlaşarak 1 ayda bunu da halledebilirsiniz. Ama daha fazlası? Eh, yani, mümkün mü böyle bir şey? Değil tabii ki.
Acele başlığının altında incelenmesi gereken başka bir yanlış tutum daha var: Çalışmaya başlayınca hemen sonuç almayı istemek. Tabii ki bu da içinde yaşadığımız zamanın bir sonucu. Her şeyden önce doğayla ilişkimiz çok az. Bu nedenle, kainatın aslında hangi yasalarla, nasıl işlediğini gösteren durumlardan da uzaktayız. Ürünleri markette, raflarda, ambalaj içinde, hazır bulduğumuz için her şeyi böyle hazır bulmak, parasını verip sepete atmak, sonra da kasadan geçirivermek istiyoruz. Becerileri, başarıları, uzmanlıkları... hatta arkadaşlıkları bile! Her şeyi böyle poşete koyup eve götürmek istiyoruz. Ama böyle olmuyor tabii ki. Neden olmuyor? Çünkü hazır ürün ve hizmetleri tüketirken görmesek bile aslında doğada her şeyin bir olgunlaşma, kullanıma hazır hale gelme süreci var. Bir domatesi hasat etmek için beklemek zorundasınız. Bir elmayı dalından koparabilmek için önce o ağacın size o elmayı vermesi gerekiyor. En azından organik olsun istiyorsanız, işler böyle yürüyor. İnsanın öğrenme süreci için de aynı yasa geçerli.
Nedir bunun çaresi peki? Tabii ki bunun çaresi sabırlı olmak. Ama sabrı edilgen bir bekleyişle karıştırmayalım. Burada kastettiğimiz şey acele etmeden, dil öğrenmenin bir süreç olduğunu unutmadan, kısa vadede sonuçlarını göremesek bile yılgınlığa düşmeden çalışmaya devam etmek. Hatta "Daha fazla çalışayım da daha kısa sürede olsun bitsin." gibi ayartıcı düşüncelere de kapılmamak. Bir çiçeğe iki kova su döktüğünüzde o çiçek daha hızlı açmaz. Tam tersi, ölür. Burada bir imgeleme çalışması da yapabiliriz. Öğrendiğimiz dilin bir fidan olduğunu düşünün, onu toprağa diktiğinizi gözünüzün önüne getirin. Elbette bu fidan ağaç olacak ve onun meyvesini yiyeceksiniz. Hatta gölgesinde oturup keyif çatacaksınız belki. Ama bunun birkaç ay içinde olmasını beklemeyin. Fidana düzenli bakım vermeye devam edin. Kısa sürede yeterince büyümedi diye onu ihmal etmeyin. Sonra kurutursunuz, yaptıklarınız da boşa gider. Her şeyin bir zamanı var, unutmayın.
4- Hata yapmaktan korkmak
Çok karşılaştığımız bir hata. Bu da mükemmeliyetçilikle ilgili olabilir, ortada başka geçerli sebep ya da sebepler yoksa. Yalnızca dil öğreniminde değil, hayatın her alanında başarıya ulaşmayı zorlaştıran bir tutum. Kendimize sormalıyız: Ahlâki bir boyutu olmayan hataları yapmaktan neden korkarız? Dürüstçe cevap verelim: Muhtemelen diğer insanlar hakkımızda ne der diye düşünürüz. Alay edilecek bir duruma düşmekten çekiniriz. Sosyal imajımıza zarar gelmesinden kaçınırız. Aslında, kimsenin bizi yargılayarak, eleştirerek, alay ederek incitemeyeceği, bize zarar veremeyeceği bir yükseklikte, bir erişilmezlikte, bir güvenlikte olmak isteriz. Fakat ne yazık ki bazen asıl tehlike bizatihi bu güvenlik arzusudur. Bu ihtiyacın belki açıklanabilir bir geçmişi vardır ama her halükârda bunu aşmak gerekir. Çünkü hata yapma korkusuyla insan kaskatı kesilebilir. Bu defa hiçbir deneme, hiçbir girişim olmaz. Dolayısıyla hiçbir ilerleme, hiçbir kazanım da olmaz. O güvenli alanda kalarak dil öğrenmek mümkün değil. Aslında hiçbir şey öğrenmek mümkün değil. Hatta yaşamak bile. Meşhur bir veciz vardır: Gemiler limanda güvendedir ama hiçbir gemi liman için yapılmamıştır. Açık deniz için yapılmıştır gemi. Dil öğrenirken de bu açık denize açılmak gerekir.
Çözüm ne peki? Çözüm, hata yapmayı kendimiz için bir sorun olmaktan çıkarmak. Bunu sorun olarak görmeyeceğimiz bir olgunluğa ulaşmak. Dil biraz kıra döke, bata çıka, hata yapa yapa öğrenilen bir şey. İnsan anadilinde bile hata yapıyorken, yeni öğrendiği dilde hata yapmaması mümkün mü? Tabii ki değil. Burada hata yapmanın çok normal, çok doğal, hatta çok lüzumlu olduğunu kabul etmek gerek. Diğer insanların bizim hakkımızda ne düşüneceğini çok da umursamadan, bunu umursamamak için gerekli duygusal kaynakları kendimize telkin yoluyla sürekli sağlayarak çalışmaya devam etmeliyiz.
5- Dile Direnç Göstermek
Bu biraz daha farklı, biraz daha derin, biraz daha karmaşık bir hata. Başlangıç seviyesini aşanlar, "bir yere geldim, tıkandım" diyenler çok yaşıyor bu sorunu. Dile direnç göstermek dedim ama belki "oyunu kuralına göre oynamamak" da diyebiliriz. Ne demek bu? Şöyle ifade edeyim: Dil öğrenmek aslında bir uyum sağlama sürecidir. Anadilimizi nasıl öğrendiğimizi düşünelim: Çocukken, hatırlamadığımız bir yaşta, kurgulamadan yapmışızdır bunu, etrafımızda konuşulan dile uyum sağlamışızdır. Buna mecburuzdur da zaten, başka çıkar yolumuz yoktur çünkü, yoksa derdimizi anlatamayız kimseye. Bu süreçte dilin kendisiyle ya da işleyişiyle ilgili hiçbir itirazımız olmamıştır, dili kendi düşünce yapımıza uydurmaya çalışmamışızdır. Henüz bir düşünce yapımız da yoktur. (Çocukken çok kolay öğrenmenin sebeplerinden birisi de bu olsa gerek.) Dil, onu konuşanlar arasında geçerli bir anlaşma olduğu için, biz de anlaşmaya bir yerinden dahil olmuşuzdur. Yabancı bir dil çalışırken de bu defa başka bir anlaşmayı anlamak, ona dahil olabilmek gerekir.
Farklı bir şekilde anlatayım: Dil, yalnızca bizim öğrendiğimiz bir şey değil, aynı zamanda öğrenme aracımızdır. Yine anadilimizi düşünelim: İnsan çocukken yalnızca bu dili öğrenmez, bu dille dünyayı da öğrenir. Daha doğrusu, insanın anadili, o insanın dünyayı tanıma biçimidir. Bütün bir varoluşu bu dille, daha doğrusu bu dilde tanır. Her deneyimini bu dilden referanslarla anlamlandırır. Bu bakımdan dilin bir iletişim aracı olmanın çok ötesinde işlevleri vardır. Çünkü düşüncenin biçimi ve yöntemidir aynı zamanda. İşte yabancı bir dil öğrenirken, bizim aslında yeni bir düşünce yöntemini, yeni bir düşünce biçimini, üslubunu öğrenmemiz gerekir. Bu da dilin yalnızca matematiksel yapısını, gramer kurallarını çalışmakla, bazı kelimelerini ezberlemekle kazanılamaz. Bir kültürü, bir tarihi, yeni bir düşünme biçimini anlamakla, buna uyum sağlamakla kazanılabilir. Benimsemek ya da içselleştirmek değil burada kastım. Ama en azından bu yeni anlaşmayı tanıyıp ona uyum sağlayabilecek kadar zihinsel esneklik gerekir. Bu esnekliğe sahip olmayanlar dile direnç göstermeye başlar. İşte bu direnç bir aşamadan sonra ilerlemeye engel olur. Lisedeyken bizi "İngilizce düşün!" diye ikaz eden öğretmenlerin bizi aşırmak istediği engeldir bu: Direnç gösterme o dile, onu olduğu gibi kabul et. Türkçe düşünme biçimini öğrendiğin dile uygulamaya çalışma!
Peki çözüm ne? Bunları söylemek kolay tabii. Çözüm şu: Dil öğreniminde başlangıç aşamasını geçtikten sonra farklı bir yöntem takip ederek tıpkı çocuklukta yaptığımız gibi dili öğrenmeyi bırakmak ve onu edinmeye yönelmek. Şimdilerde buna "immersion technique" yani daldırma yöntemi diyorlar. Bu yöntemi; bir öğrenciyi, tıpkı çocukluktaki gibi, öğrenilen dili ve bu dilin konuşulduğu çevreyi kabul etmek mecburiyetinde kalacak durumlarda bırakmak olarak özetleyebiliriz. Bu mecburiyeti yaşadığınızda ister istemez olayları, olguları, durumları, nesneleri, o dili konuşanların mantığıyla yeniden tanımaya başlıyorsunuz. Dolayısıyla aslında o dilin akışına giriyorsunuz ve o dile direnç göstermeniz imkansızlaşıyor. Herkesin o dilin konuşulduğu ülkeye gitme, orada yaşama imkânı olmadığını göz önünde tutarsak, belirli bir aşamaya geldikten sonra bu programlara katılmak bir seçenek olabilir.
Bonus: Düzenli Çalışmamak
Bunu söylemesem olmazdı. En önemli hatalardan bir tanesi de dil öğrenirken düzenli çalışmamak. Düzenli çalışmak aslında bir bilgi ya da beceriye sürekli ihtiyaç duyacağınızı zihnimize anlatmanın ve kabul ettirmenin yoludur. Çünkü hepimizin bildiği gibi, sağlıklı bir zihin işine yarayacak veriyi tutar, işine yaramayacak veriyi siler. Bu nedenle tam bir öğrenmenin olabilmesi için düzenli çalışmayla aldığımız bilgileri sürekli kullanımda tutarak onlara geçerlilik kazandırmak isteriz. Böylece tıpkı bir kası belli bir gerginlik düzeyiyle eğitir gibi, zihnimizi de düzenli bir çalışma programıyla eğitiriz. Aslında düzenli çalışmak giriştiğimiz işin bir heves olmadığını kanıtlamak için ödediğimiz bedeldir. Bir şeyi sürekli irade ettiğimizde zihnimiz buna ikna olur çünkü, "bu gereklidir" der, "bu öylesine bir şey değil, yarın bunu tekrar isteyecek, sonraki gün de isteyecek, bunu hazırda tutmalıyım." Herkesin bildiği gibi, çalışma süresinden bile daha önemlidir çalışmanın tekrar sayısı ve tekrar sıklığı. Yani az yapmalı ama her gün yapmalıdır. Peki düzenli çalışmazsak ne olur? Yine fidan örneğine dönelim: Bir fidanı bir hafta sulayıp sonraki üç hafta ihmal ederseniz ne olursa aynısı olur. Yani kurur, ölür.
Elbette düzenli çalışma iradesini sınayan birçok zorluk karşımıza çıkacaktır: Aşırı yorgunluktan başka zorunlu önceliklere, ilgi kaybından erteleme alışkanlığına kadar birçok engelin sözü edilebilir burada. Öte yandan insanın hayatında öngörülemez, yönetilemez birçok gelişme de yaşanıyor. Böyle istisnai durumları dışarıda bırakıyoruz. Ama tamamen bizimle ilgili sebepler için çözüm yolu olarak şunu önerebiliriz: Ciddiyetle, az da olsa her gün çalışma ilkesine göre, ayakları yere basan, gerçekçi bir program hazırlayın, sonra kendinize hakim olup bu programa uymaya çalışın. Başarının bir kısmı bir şeyleri doğru yapmakla; daha büyük bir kısmıysa bir şeyleri yapmamakla, yani (öncelikle kendine) hayır diyebilmekle kazanılır. Bu nedenle birçok şeye hayır deme pahasına çalışma programlarına uymak gerekiyor.
Comments